Köleliğin sonu gelmezse ne olur? Batı Roma çöküp dağılmışken diğer tarafta Doğu Roma neden ayakta kalmıştı? Bizans (Doğu Roma) ancak kölelikten vazgeçerek kurtulabilmişti. Ayasofya’nın muazzam kulesi gökkubbeyi anımsatmak için dizayn edilmişti. Kubbenin kasnağı içeriye ışık süzen pencerelerle donatılmıştı. Böyle bir kubbe yapabilmek, dahası galerileri sütunlara oturtabilmek için de inşaatçıların eski çağ bilimlerine ihtiyacı vardı… Bunun icin örneğin Arşimet’in “Mesnetler” kitabını dikkatle okumaları gerekmişti. Şimdi mimar olanlar “O da ne?” Diyebilir veya siz de içinizden “Arşimet’in boyle bir kitabı mı varmış?” bile demiş olabilirsiniz? Ayasofya’nın sütun başlıklarını süsleyen beyaz mermer yapraklar dantela gibi işlenmişti. Duvarlara, yaldızlı ve mavi zemin üzerine renkler serpilmisti… Mavi renkler üzerine mozaikler bezenmişti. İsa’ya ve dinsel motiflere inanan Bizans’ın aziz kabul ettigi karakterlere ait tasvirler ustaca işlenmişti… Şimdi sıkı durun… Bu tasvirlerden birinde Isa, şahane bir taht üzerinde oturtulan gökkubenin hükümdarı olarak gösterilmişti. Göklerin krallığında bir İsa … Kudüs’ü almak için 9 ile 11 lejyon gönderen Batı Roma’nın karşıtı ve köleliğe direnen o İsa’dan eser yoktu, adeta silinip gitmişti… Kölelerin ve yoksulların dostu İsa’dan tahta oturan bir İsa’ya devşirilmişti hristiyanligin peygamberi. Sanatkar/lar Ayadofya’da Bizans imparatorluğunu İsa’nın ayakları altında resmetmişti… İmparatorun sırtında ise sırmalı Bizans ipeğinden bir kaftan ile başında da paha biçilemez bir taç vardı. Bu durumda diz çökmüş, ellerini gökler kralına açmış, başını eğmiş öylece duruyordu… Bu sadece Ayasofya’da bir tasvirdi. Peki gerçekte durum nasıldi? Gerçeklere döndüğünüzde durum cok farklıydı tabii. Soylu Bizans büyükleri de, imparator kendilerini kabul ederken, onun karşısında yerlere kapanır ve bu vaziyette imparatorların ayaklarını öperlerdi. Oysa bir zamanlar Hırıstiyan halk; ölüm pahasına Roma imparatorunu tanrıların elçisi diye tanımayı reddetmişti. Bizans’ın bu yeni nesil dindarları ise kendi elleriyle hükümdarlarını adeta tanrılaştırıyordu… İkonlarda imparator başında bir sadece taçla değil, başının etrafında da bir ışık hüzmesi halkasıyla tasvir ediliyordu. Bizans’ta herşey değişmemişti tabii, eski Roma’yı da andırıyordu. Komşu halkların Bizanslı (Yeri gelmişken anlatalım; Bizans sözcüğünü /tabirini Türkler söylerdi. Gerçekte kullanılan Doğu Roma ismiydi.) Greklere Rum demeleri nedensiz de değildi. Eski yasaların, bilimin, eski sanatın koruyucusu batıda yalniz onlardı. Kilise iç mimari ve peyzajında, bir putperest tanrısı kadar güzel melek tasvirine az olsa da rastlanmaktaydı. Bir dua kitabında resmedilen ve arp çalan hükümdar Davut; putperest ozan Orfeus’a benzetiliyordu. Davut’un arkasında bir şiir perisi, ayak ucunda da, keçi ve koyunları arasında, yarı çıplak Pan duruyordu. Bunlar önceki Helenistik dönem sanatının kalıntılarıydı. Vücut güzelliğini değil, ruh gücünü göstermeye çalışıyorlardı. İkonlarda oruç tutuyorlar, uyumayarak çile çekiyorlardi. Bizanslı Azizler yorgun ve bitkin kalmış olarak resmediliyordu. Katı bakışlı gözlere dönüyor, yüzler ikonlarda gittikçe sertleşiyordu. Her ikon birbirinin adeta tekrarıydı. Kiliseden korkudan olsa gerek kimse yeni bir şey üretmeye cesaret edemiyor, sanat düşüncesi eriyordu. Sanatla bilim, kilisenin hizmetindeydi. Korkunç kabul edilen ”h’ere’sie” yani dinden çıkmak -dinden sapmak- sözü gittikçe sık söyleniyordu. Aslında sözcük (He’re’sie) seçme demektir. Ancak kilisenin ne seçmeye ne de çok sesliliğe tahammülü yoktu. Akademiler olan biteni izliyor olsalar da; bugünkü tabirle bunu akademisyenleri fişlemek için yapıyorlardı. Bilim adamlarına karşı nefretleri vardı. Demokrit’i değil de, Demokrit’e küfreden İskenderiye Piskoposu Diyonisiy’i okuyorlardı. Diyonisiy şöyle diyordu: “Dünya kozmik olarak ve bir kaostan kendi kendine doğmamıştır. Bir ev ustasının eseri olduğu gibi, dünya da tanrının eseridir.” Bulgar din adamı Yoan hiç utanmadan Aristotales’in öğretisini sabun köpüğü gibi görüyor. Georgi Amortal ise Demokratis’e “zavallı” diyordu. Yıkılan Akademilerin sütunlarına ise artık devasa kiliseler konduruyorlardı… Bilimi savunan insanlar halka aşağılıtılıyor, onlar ”Dinsiz-imansız” hatta “putperestler” diye yuhalanıyordu… Bizans artık eriyordu… Bilime,bilim insanına saygının yerini saçı sakalına karışmış keşişler alıyor, onların şifa dağıtıcısı birer aziz olduğu söyleniyordu. Halkı sömürüyorlardı. Anadolu’yu kaybeden Bizans dindar olmakla ve kilisesinin dindar nesil yetiştirmesiyle övünüyordu… Bizans sona yaklaşıyordu… Bütünüyle tarihten bir Bizans’ın sonunu anlatmak zor tabi ama Bizans böyle çökmüştü. Tanıdık geldi mi?