“İslam iktidar oldu ve ordumuz bitti. İslam iktidar oldu, dolar arşa çıktı. Vergi alıp savaş yapacaklarmış. Kiminle harp edeceğiz? Suriye ile edemeyiz. Barzani ile edemeyiz. Kırım diyor, Rusya ile mi edecek? Amerika ile krizmiş; birlik yok, ordu yok, Amerika ile mi savaşacak, Amerika bizimle savaşır, biz onunla savaşamayız, böyle. Yunanistan’la mı, müsaade etmezler. İdlib mi? Rusya’nın savaşı o.”
Prof. Dr. Yalçın Küçük, gündeme ilişkin soruları yanıtladı… Küçük, ABD ile yaşanan vize krizine ve TSK’nın İdlip operasyonuna ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Küçük’ün, Deniz Hakan, Okan İrtem ve Barış Zeren’in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Deniz Hakan: Geçtiğimiz hafta, Türkiye Amerika’nın vassalı yapıldı, dediniz. Amerika’nın vassalı Barzani ile savaşamaz, bunu da eklediniz. Sizin uzun yıllardır tekrarladığınız, “Musul’u almazsanız Diyarbakır’ı verirsiniz,” sözünüz var. Yakın zamanda Bahçeli Kerkük ve Musul’u almaktan söz etti. Ne diyorsunuz?
Yalçın Küçük: Güldürmesin. Bahçeli savaşmaz, millici değil. Bugüne kadar Tayyip Erdoğan’ı desteklemek dışında ne yaptı? Şu anda hava yapıyor. Ciddiye almak mümkün değil.
Bugüne kadar Musul’un alınmasını gerçekten savunan yalnızca iki politikacı oldu. Birincisi, Mehmet Ağar’dı, o dönem parti başkanıydı, sonra düştü. İkincisi, Turgut Özal’dır. Ben hep söyledim, Özal öldürüldüyse eğer, bunun için öldürülmüştür, dedim. Ve İsrail’e bakmamız gerekir dedim. Bu kısa dönem içinde üç önemli ölüm vardır.
D.H.: Uğur Mumcu ve Eşref Bitlis. Siz “İsrail darbesi” dediniz.
Y.K.: Tabii. Bu arada arkadaşlarımdan duyuyorum, çok gazete okumadığımı belirtiyorum, ancak bu sırada “1926” tarihine önem veriyorlar. Benim de bu tarihi ve alınmış kararları önemli gördüğümü söylüyorlar. Olabilir, yalnız benim asıl önemli lafım şudur: Musul’u kolay verdik. 1926 yılındadır ve Hatay da, Suriyeliler’in deyişiyle Aleksandriatta ya da İskenderun da 1939 tarihindedir. Musul’u İngiltere’ye verdik ve Hatay’ı da İngiltere’den aldık. 1921 sonrasından itibaren, Hatay için önemli savaşlar yapmadığımızı söyleyebilirim.
Eskiden pek okumazdım, şimdi en çok kendi kitaplarımı okuyorum ve sizin söylediğimiz Fitne kitabımda vardır. Benim de en çok okuduğum Fitne olmalıdır, hemen hemen yeni, 2010 tarihlidir ve en “fitneci” ise, Ben Gurion’dur. Roosevelt yaşadığı müddetçe İsrael devletinin kurulamayacağına inanılıyordu ve öyleyse ölümü hak etmiştir. Ve Fitne’de yeri vardır.
Peki, hemen şurada var, ve çalışıyorum, görüyorsunuz işaretli, Fitne’den bir aktarma yapabilir miyim, sayfa 220, okuyoruz. Menderes ve Özal üzerinedir ve fitne’dir, ölümlerine, belki de ışık tutmaktadır.
“Politikada büyük eylemler büyük derstirler. Türk eliti, Menderes’in ölümü ile Suriye’yi ve Özal’ın ölümü ani usulü ile Musul’u istememeyi öğrendiler; Türk politika mektebi için maksimalizm, artık sadece tehlike taşıyıcısıdır. Bir daha hiç büyük düşünemediler; iki anlamlıdır, ya ufukları küçülüyorlar, ya da küçük olanlar politikaya girebiliyorlar.
“Ben -Gurion’a dönerek devam edecek olursam, Ben Gurion’un hem Britanya ve hem de Amerika’ya yaklaşırken senaryolar geliştirmesi tabiidir ve vasıtasız uygulanmayacağını bilmek durumundayız; her ikisinde de key-man Eliyahu Sasson oldu, çok güvenmiyordu, arabist buluyordu, ama kullanıyordu. Eliya Sasson’un önce Abdullah’ta ve sonra Menderes’te, kendisi yaratmasa da tahrik etmiş olabilir, bir Suriye hükümdarı hayalini büyüttüğünü düşünebiliriz. Ben Gurion’a gelince, Suriye’yi elde etmek isteyen herkesin ölümüne sevinmesi ve ölümünü kolaylaştırması kuvvetli bir ihtimaldir, amma Sasson’un, Abdullah ve Menderes’e Suriye hayalleri kurdurmasına, tehlikeli bulsa da, izin vermesi akla daha yakındır.”
Kimdir Sasson, yeni Menderes Hükümeti’nde yeni İsrael’in büyük elçisi oldu. Hem Zorlu ve hem Menderes ile çok yakın ilişki kurdular. Birbirlerine, Osmani, “birader” sözüyle hitap ediyorlardı, çok gizli konuşuyorlardı. Uzatmıyorum.
Ve burada şu var: “Fatin Rüştü ve Adnan Bey, İsrael gizli belgelerine göre, maksimalisttiler; bu açıdan idamı hak ettiklerini düşünebiliriz.” Şunu çıkarıyoruz, her ikisi de “Büyük Türkiye” istiyorlar. Suriye dahildir. Ve öyle anlıyoruz, bunları da istihbaratçı ajan Sasson’a söylediklerinden emin olabiliriz.
Adnan Bey’in yaşayan oğlu Aydın Menderes, benim arkadaşımdı, çok güzel konuşurduk. Babasını çok severdi ve tabiidir, Adnan Bey Irak Başbakanı Nuri Said Paşa ve Sasson’la çok yakındı. İstanbul’da da gezerlerdi, eğlenirlerdi, düşkündüler; orada, tarihi yerleri gezerken, Aydın’ın bana anlattığına göre, Adnan, “ağlardı, burası benim memleketim” ve bu çoktur.
Şimdi kısaca, Nuri Said, Emir Şerif Hüseyin’in adamı ve ajanıydı, Şerif, İngilizler ile anlaşarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldıran ve dört oğluna dört devlet kurduran birisidir. Abdullah, bu oğullarından birisi ve en kabiliyetlisidir, Ürdün Kralı olmuştur. Menderes ile beraber, ayrı ayrı öldürüldüler. Maksimalistler öldürülürler. Kalmadılar.
Yeni tarih yazıyoruz ve başlıyoruz. Menderes Suriye’ye girmek istedi. Bizler oradaydık ve gördük. Çok büyük ordu birlikleriydi, herhalde İstanbul’dan geliyordu ve Belen’de durmadan devam ettiler. Suriye’ye geçtiler. İlk önce heyecanlandık ve sonra, bir süre geçti, bu birlikler tekrar döndüler.
Sonra bir daha, aynı yıl mı, hatırlamıyorum, ancak birkaç defa tekrar ettiğini hatırlıyorum. Nedir ve ne yaptılar, biz önce Suriye’ye hücum biliyorduk, sonra oyuna benzettik.
Barış Zeren: Peki Menderes’i deviren, sizin de yapıcısı olduğunuzu vurguladığınız 27 Mayıs?
Y.K.: Oraya da geleceğiz. Orası farklıdır. Menderes nasıl öldüler, idam edildiklerini biliyoruz. Yalnız benim bildiğim bir de şu var; ilerici ya da “solcu” milli birlik komitesi üyelerinin imza atmadıklarından eminiz. Benim dostlarımdılar, Albay Sami Küçük, Suphi Karaman, Suphi Gürsoytrak, Muzaffer Albay’ım, Kamil Karavelioğlu, idama katılmadılar. Bu tür insanlar değildiler.
Kaldı ki, Menderes’a karşıydık, kızardık, tutarsızdı, ama ortadan kaldırılmasını beklemiyorduk. O halde, ilke olarak bir ordu kararı olduğunu söyleyebiliriz.
Okan İrtem: Ordunun idamlar oylanırken kararın bu yönde çıkması için yoğun bir baskısı vardı. Döneme ilişkin anılarda da bu baskıdan sıkça söz ediliyor.
Y.K.: Öyledir. Bu kararda, disiplinsizlik ve bir İsrael büyükelçisi ile iç içe olunmasının rolü büyüktür. Kaldı ki, Eliyahu Sasson’dan, Menderes ile çok içli-dışlı olmasından İsrael Devleti de rahatsızdı ve yerini değiştirdiler, Roma’ya tayin ettiler. Roma, o tarihte, İsrael bakımından, Ankara’ya karşı daha önemsiz bir yerdi. Böyle bir durumda, öyle söyleyelim, Fatin Rüştü’nün zaman zaman Roma’ya gittiğini ve Sasson ile görüştüğünü biliyoruz.
Tabii benim bir tespitim daha vardı. İsrael, Türkiye’de İsrael’de olduğundan daha güçlüdür, diyordum, hâlâ aynı görüşteyim. İsrael, Menderes’e marjinalist testini layık görmüştü.
B.Z.: Bir de Özal var dediniz.
Y.K.: Turgut Özal ve Musul bağlantısını biliyoruz. Hüsamettin Cindoruk, Turgut Bey yüksek yerlerdeyken meclis başkanı idi ve “yanına her gittiğimde önünde haritalar ile Musul’u çalışıyordu,” diyordu. Turgut Bey Musul’u “almaya” kararlıdır ve yalnız, İsrael bunları kabul etmez ve biz ölümünden öğrendik. Turgut Bey bilemedi ve ne yazık öldüler.
İsrael Arap ülkelerine, hatta, 1916 sonrası kurulan, Arap devletlerine Türkleri sokmamaya kararlıdır.
Tayyip Bey ise öyle anlıyoruz, bunu, bizden daha iyi bilmektedir. Refarandumu unutuyoruz ve geçiştirmeye bakıyoruz.
D.H.: Erdoğan da güneye inme sevdası çok kurdu ve Suriye Savaşı’ndan da büyük medet umdu. Türkiye yöneticilerinin Amerikan kampında olmak ile Amerika’nın vassalı olmak arasındaki bağı göremediğini görüyoruz. Erdoğan belki de en göremeyenlerinden. Hep hüsrana uğradı. Ve tabii, bedeli bizler ödüyoruz. İki nokta var. Birincisi ile başlayalım. Bunu daha önce de çok konuştuk, ama ben hâlâ yanlış anlayanlar olduğunu görüyorum ve o yüzden açmak istiyorum. “Musul’u almak” derken neyi kastediyorsunuz?
Y.K.: Hayır, ben öyle bir şey önermiyorum. Suriye ile ittifak kurulmadan, bölgesel bir ittifak kurulmadan alınamaz. Ayrıca, bölgesel ittifak diyorsak, Tayyip Bey politikadan çekilmeden de alınamaz, Suriye böyle bir ittifakı Tayyip Bey ile kabul etmez.
D.H.: Ve Musul şimdi ne kadar Irak’ın, o da tartışılır. Uzun yıllar İngiltere’nin oldu. Şimdi, önemli ölçüde Amerika’nın.
Y.K.: Ayrıca Rusya da bölgeye yerleşmiş durumda. Hiçbiri göz yummaz. Ne yapacaklar? Amerika ve Rusya ile mi savaşacaklar?
D.H.: Bölgesel birlik olmadan olmaz ve ordusuz da olmaz. Geçen haftaki mülakatımızda, yönetenlerin Türkiye’yi Amerika’nın vassalı yaptığını söylediniz. Nitekim, İlker Başbuğ “asıl tehlike Barzani” derken, Ergenekon operasyonu oldu. Henri Barkey’nin, Ergenekon olmasaydı Kürt açılımları yapılamazdı, yollu açıklamasını hatırlattık. Tabii, Barkey gerici açılımlardan söz ediyor. Hem Barzani açılımından hem de Türkiye Kürtleri’ni AKP ile uzlaştırma çabasından. Sonuçta, itiraz da, ordu da kalmadı. Harp okulları dahi imam hatipleştirildi. Yüksek komutanların Amerikancılığı ve İslam’ın iktidar olmasıyla ordu da bitti.
Y.K.: Deniz Hocam, bu söylediğiniz çok doğru. Şimdi bizim ordumuz İsviçre ordusudur. Yoktur. Ordusuzlaştırdılar. Paralı askerlerle savaşıyoruz. Kıbrıs’ta yoktu bunlar. Size biraz savaşı anlatmama izin verir misiniz, bizler Amerika’nın vassalı olarak, Kore’ye gittik. Hiç bilmediğimiz bir yerde ve hiç bilmediğimiz makinalar kullandık ve çok öldük. İskenderun’dan vapura bindirdik, günlerce gittik.
Topçu zabiti bilir misiniz, kendilerini çok önemserler, ben topçuydum, kendimi önemsemem, korkarım. İsmet Paşa da topçudur, korkmazdır. Biz korkarız, çünkü savaşta “ileri gözetleyici” oluruz, Kore savaşına kadar üsteğmendiler ve çok öldüler. Sonra asteğmenleri öldürdüler, “ölürse, asteğmen ölsün,” dediler, bu budur.
İleri gözetleyici düşmana çok yakın gider, gözetler ve düşmanın yerini arkaya bildirir. Ne ile bildirir? Telsizle. İşte Kore’de bizim üsteğmenlere telsizler verdiler. Üsteğmenler bunları başlarına taktılar, üç metre mi ne, Komünist Kore ve Komünist Çin kuvvetleri hemen, uzaktan bunları görüyordu ve hepsini avladılar. Kuş misali, öldürdüler. Çok ölü verdik.
Sadece bunlar mı, biz Kıbrıs’a giderken ve savaşırken, Kore’den kalma tanklarla savaştık. Yerinden kaldıramayız. Ve yanlış anlaşılmak istemem, sadece üsteğmen, kuş misali avlanmadı, çok yüksek subay kaybettik. Albay verdik. Ve işte bu ilk girdiğimiz savaşta, subaylarımız çok kahraman ve çok cesur, bunları öğrendik. Ordumuzun şöhreti işte Kore’de başladı ve çok öldük.
Türk askerleri çok cesurdurlar.
Kıbrıs’ta benim bir yedek subay arkadaşım vardı, “İnce Mehmet” adını koymuştum. İleri gözetleyici gönderecekler, bana geldi, gözleri yaşlı, “Yalçın Komutan” dedi, öyle hitap ederiz, “aileme selam söyle, haklarını helal etsinler, ‘Mehmet, cesurca öldü’ dersin,” dediler. Sabaha karşıydı ve ses çıkaramadım. Sabah olunca Mehmet’i sağ salim gördüm. İleri gözetleyicim, ölümden dönmüştü ve sevindim. Göndermemişler.
Devam edebilir miyim, Nazım Hikmet’i, yatmadığı hapishane kalmamıştı, Deniz ve Kara Kuvvetleri’nden hapis yatırdılar ve 13 yıl sürdü ve ah, bir hava kuvvetleri yoktu.
D.H.: Hava Kuvvetleri’nden yatamadı, diyorsunuz. Olsun, askere çağırdılar.
Y.K.: Evet, askere çağırdılar. Ve biliyor musunuz, Deniz Hocam? O tarihlerde, “Askere gitmek var, gelmek yok” sözü yaygındı. Hep kaza olurdu ve kazaya inanmak bir zamanlar bizde ölüme inanmaktı ve askerlikte kireç çukuru olurdu. Ve Nazım düşerse, hepimiz inanırdık, artık dikkatsizdi ve yorgundu. İyi düşünmüşler ve iyi düşünmüşüz.
Nazım, celbini alır almaz, öldürmek üzere çağırdıklarından emindi. Bakın, ben hazırlıklıyım, savaşı anlatacağım, Nazım’ı da, burada Nazım’dan şiirlerim var:
“Sabahleyin aç karnına içilen cigaramın tadı,
Ölüm kendinden önce bana yalnızlığını yolladı
Kıskanıyorum öylelerini kocaldıklarının farkında bile değiller
öylesine başlarından aşkın işleri” (12 Ocak 1963)
Çok zengin ve çok güçlü Sovyetler Birliği, Nazım Hikmet’e bir iş vermedi. Yurttaşlığı yoktu. Nazım Hikmet’e, Sovyetler Birliği Sovyet Vatandaşlığı vermedi, bunu söylemek istiyorum. Nazım’ın yatacağı, seveceği bir kadını yoktu.
“Vera Tulyakova’ya
Derin saygılarımla
Mutlululuğun resmini yapabilir misin, Abidin”
Bu dizelerde hep bir alay gördüm. Bana göre Abidin Dino hep Nazım Hikmet’in alayıydı. Vera bir başkasıyla evliydi. Başkasıyla yatardı. Nazım hep kadınsızdı. Hep yalnızdı.
“Ne çürüyen elimden haberim olacak
Ne gözlerimin çukurunda dolaşan böceklerden
Durup düşünmeden ölümü düşünüyorum.”
Kaçmadı, ihanet etmedi, Sovyetleri hiç kötülemedi. İki sığınağı oldu, bir Güzin ve Abidin Dino ve diğeri de Vera Tulyakova idi ve yoktu, diyebiliriz. Son zamanlarda yükselen yıldız Yaşar Kemal’in sürekli Nazım’a “geliyorum” diye haber gönderdiğini ve bir türlü gelmediğini biliyoruz. Nazım, bu köylü yazarı görmek istiyordu ve Yaşar Kemal ise korkuyordu. Korkaktır. Hep haber gönderdi, “şimdi geliyorum” dedi, korkmuştur, hükümetten korkmuş olabilir. Leipzig’deki TKP’den de korkmuş olabilir çünkü bunlar, Nazım’ı trotskist ilan etmişlerdi. Nazım’a ve Türkiye İşçi Partisi’ne düşmandılar. Devirmeye kalktılar. Yaşar Kemal, Nazım’ı görmeden öldü ve Nazım, Yaşar’ı göremedi. Nazım, Türkiye’de öleceğini düşünüyordu. Emin olduğunu biliyoruz.
Ben ise Yıldız Sarayı’nda, Harp Akademisi’nde yedek subaydım. Beni çavuş yaparlar sanıyordum. Uğur Mumcu’yu yapmışlardı, benden küçüktü, ama önce gitmişlerdi, usul budur, önce çavuş yaparlar ve sonra, belki, öldürürler. Ancak hava yumuşamıştı, Ecevit Hükümet kuruyordu ve kurdular ve beni yedek subay olarak Yıldız sarayı’na gönderdiler. Nöbette olduğum geceler Sultan Hamit’in yattığı yerler ayrı, tuvaletleri de inceliyordum. Bizimkilere benzemiyorlar, çok geniştiler, “saray” gibi tuvaletler diyordum.
Halk Partisi hükümet olunca beni Ankara’ya aldılar, Deniz Baykal Maliye Bakanı’ydı, beni istediler, yardım edebileceğimi düşündüler. Hikmet Çetin de Planlama Teşkilatı’ndaydı, çağırdılar. Genelkurmay’da bir albayın odasını verdiler. Güzel, bakıyorum.
Birinci harekat başlamıştı, Kıbrıs’a ikinci harekatın sözü ediliyordu ve bir Teoman Erel vardı, dikkatli, çok haberli, sessiz bir gazeteciydi. Bir haber çıkarmıştı: “Yalçın Küçük’ü savaşa alacaklar ve öldürecekler”. Bu yayıldı. Beni Genelkurmay’dan aldılar ve Etimesgut’a verdiler, bir tümen vardı, normal asker olmuştum. Sonra orada tümeni Kıbrıs’a sevk etmeye karar verdiler. Demek, Teoman Erel arkadaşımızın söyledikleri uygulanıyordu. Böyle düşündük.
Bir Kıbrıs’a gitmem kalmıştı, gittik. Öldürülmem mi, öldürdüler. Üç gün Genelkurmay’da adım şehit listesine kondu. Haberim yoktu, ama ölmüşüm. Bazen, ölmekten övünürüm, “benim mevludüm okunmuş” derim, kendimle alay ederim.
O.İ.: Peki, nasıl ölmüşsünüz, biraz anlatır mısınız?
Y.K.: Bu ölüm olayımda üç olay var ki, başka ölümlerim de var ve bir kısmını unutuyorum, pek hoşlanırım ve anlatmayı severim. Munise, Temren’e gitmiş baş sağlığı dilemek üzere. Sadun Aren Hocamızın eşidir. ODTÜ Kütüphanesi’nde anlatmıştı, “Temren çok neşeliydi” diyordu, demek bir terslik var, belki haberi yoktur, öyle düşünmüş, oturup kalkmış. Baş sağlığı dilememiş. Temren’in öldüğümden haberi yoktu.
Başbakan Bülent Ecevit bir gün, Meclis’te ve kürsüdeymiş. Öyledir, bir küçük kağıt uzatmışlar ve göstermeden bakmış, kağıtta “Yalçın Küçük Kıbrıs’ta şehit oldu” yazıyormuş. Arkadaşım Erol Çevikçe, bakandı, o da Kabataş’tan, “Ecevit ağladı” demişti ve bu da beni çok üzdü. Ecevit’i çok eleştirdiğim doğrudur. Ölümüme ağlayan insanı eleştirmek bana ters geldi. Bundan hiç hoşlanmadım. Ama tabii, yapmak zorundayız.
Tabii, gelenler olmuştu. Maliye Bakanı Deniz Baykal ve Hikmet Çetin, o zaman Planlama Teşkilatı’nda, hem “zaferi” yerinde görmek için geldiler, hem de sağ olduğumu görmek istediler, beni çağırdılar ve gördüler. Osman Fazıl Paşa, tümen komutanı çağırdılar, devlet büyükleri gelmeden önce bir üzerime baktılar, ben ne bilirim, üzerimi düzelttiler. Gelenlerin hepsi okuldan arkadaşlarımdı, Dışişleri bakanımız da vardı, hepsi sarılıp öptüler. Ben içimden ne oluyor, dedim, ama anlamadım.
Bunun dışında da şehit olacağım haberleri aldım. Bir Osman Fazıl Paşa vardı. Orduda “deli dolu” denilen subaylardandı. Bana bir iki defa, “seni öldürecekler” demişti, iyi mi kötü mü, bilemem, iyiliğim için mi yoksa, haberi mi vardı, bilmiyorum.
Osman Fazıl Paşa’nın oğlu Amerika’da yaşıyordu ve Halk Tv’de yazıyordu, ayrıca Osman Fazıl Paşa ile ilgili üç küçük kitabı var ve okunmalıdır. Kıbrıs Savaşı’nın başka yanları yazılıdır. Bir tür “gizli savaş” var. Bir tür, resmi olmayan toprak zaptı var. Genelkurmay okumalıdır.
Güzel, ben, beni öldürmek istediklerinden hiç kuşku duymuyorum. Bu kuşkusuzluğum her zaman olmuştur. Beni inanılmaz yerlere gönderdiler. Ya da ben gittim, bilmek zordur.
Peki savaşları biliyor muyuz, bir komutanımız vardı, Mustafa Yüzbaşı. Bir faşistti, askerlere çok kötü davranıyordu ve izin vermiyordum. Bir Cemal Üsteğmen’im vardı, çoğu üsteğmenimiz gibi iyiydi. Yüzbaşının zulmüne izin vermiyordum. Cemal Üsteğmen bana bırakıyordu. Bazen erlerimi alıyordum, girilmesi yasak “Rum” bölgesine giriyor, Londra’dan getirilmiş güzel yiyecekleri buluyordum. Biz almadan önce Kıbrıs İngiltere idi. Kıbrıs’ın marketleri çok hoştu, askerlerimi doyuruyor ve ömründe yemedikleri konserveleri tanıtıyordum. Güzel işler yapıyordum.
Savaş mı, her zaman sınıf savaşıdır. Böyle bakmalıdır.
Bunların hepsini artık yazabilirim. Sanıyorum, yazdıklarımın bir kısmı bu dünyadan ayrıldılar. Güle güle diyorum.
Güzel bir orduyla savaştım.
Bunları bırakın, ey Türk subayları, “deli-dolu” Osman Fazıl Paşa’nın, Amerika’ya yerleşmiş oğlunun üç kitaplık yazılarını okuyunuz. Ben yokum ve belki havam var.
Tabii, bu nihayet bir ordudur ve dayanamadılar, beni “yeşil hatta” sürdüler. “Düşman” ile sınırdaydık.
Şehit olduğumdan hiç haberim yoktu, “olabilirim” ancak olduğumu bilmiyordum.
B.Z.: Gazeteler de yazmış, öyle değil mi?
Y.K.: Tabii. Magosa’da yürüyordum, Magosa’da ne yaparız, en çok bir kaç tarihi yer vardır. Tarihi büyüklerimiz Magosa’ya sürülmüştü, Genç Osmanlılar’dan birisi Namık Kemal’dir. Namık Kemal, 1872 yılında “muzır neşriyattan” tutuklanmıştı ve Magosa’da 38 ay sürgünde kaldılar. Oraya doğru gidiyordum, ziyaretine gidiyordum ve yerde bir gazete parçası gördüm. Gerçekten parçadır. Eğildim, aldım ve başka ne yaparız, savaştayız.
Mustafa Ekmekçi yazmış, tanıyorum. “Köylü Mustafa” da diyoruz; öğle yemeğine dahi, her köylü misli, “çorba” derler ve ne hoş, benden söz ediyor, birisi okumuş ve atmış. Film gibi. Mustafa hep budur, umulmadık zamanda umulmadık haber veriyorlar. Ne hoş, tam Namık Kemal’a gidiyorum; Ekmekçi, “şehit olduğumu” haber veriyorlar ve sonra da haberden vazgeçiyorlar. Şehit olmamış, diyorlar.
Sevindim mi, ben şehit olmadığına sevinen bir insanı bilmiyorum. Magosa Kalesi’nde Namık Kemal’in evine yürüdüm… Şimdi Ekmekçi’yi de özlüyorum.
B.Z.: Peki bugüne dönersek, Amerika ile son krizi nasıl yorumlarsınız? AKP cenahı olayın vahametini gözlerden saklamaya çalışıyor ya da daha kötüsü buna kendi de inanmak istemiyor Tayyip Erdoğan’a bunun sırf büyükelçinin tasarrufu olamayacağını anlatamadılar. Siz ne dersiniz, bu ABD’yle önceki gerilimlere benziyor mu?
Y.K.: Barış Hocam, bu, vize meselesi, ilişkileri kesmek demektir. Eşittir. Peki Tayyip Bey ne yapıyor, misilleme diyor ve Deniz Hocam’ın dediği gibi, birlik yoksa, ordu yoksa, misilleme yapamaz.
B.Z.: Üstelik bir de ABD’ye onların metninin aynısını çevirerek yanıt vermek var ki, bir de bununla övündüler, artık ülkenin kurumsuzlaşması tamamlanmış demektir. Misliyle mukabeleden bunu anlıyorlar. Maalesef Amerikalılar da epey eğlenmiş görünüyor, dışişleri sözcüsü gülerek söz ediyordu.
Y.K.: Efendim, Amerikalı almayacakmış Türkiye’ye. Hangi güçle almayacak? Karabulut’un gücüyle mi?
O.İ.: Kılıçdaroğlu’ndan bahsediyorsunuz.
Y.K.: Evet, Karabulut diyoruz. Soyadı bu, değiştirmiş. Onun gücüyle mi? Çıkmış yine, Tayyip Bey’i desteklediğini söylüyor. Ne yaptı da desteklemedi? Bir yürüdü, onda da sözü olmadı. Almanların sözünü söyledi, belki onu severler diye, başka ne dedi? Peki Tayyip Bey hangi güçle savaşacak Amerika ile? İsmet Paşa, İnönü, Johnson’ın söylediklerine karşı, “Dünya yıkılır, yenisi kurulur,” diyordu, böyle bir sözü vardı, Tayyip Bey’in ne sözü var? Hangi gücü var? Biz İsviçre olduk. Ordu mu bıraktı İslamizm? Bizim ordumuz yok artık. Suriye’de hiçbir işi ordu yapmıyor. Paralı askerler yapıyor, ÖSO yapıyor.
O.İ.: Şimdi “İdlib’e giriyoruz” diyorlar?
Y.K.: Tayyip Bey, oraya, buraya giriyoruz, diyor. Yan adamı, Cinali, pardon Binali Bey “Rusya ile” diyor. Rusya’nın savaşıdır bu. Suriye’ye karşı olan cihatçıları avlıyorlar.
B.Z.: Ama sanki biraz acımasızsınız. Tayyip Erdoğan çok çalışıyor, Ukrayna’da epey yorgun görünüyordu. Basının önünde ve bir devlet başkanının karşısında uyudu, uyandı, bir daha uyudu. Hazır Almanya ve ABD’yle kriz içindeyken üzerine, Rusya’nın damarına basan “Kırım’ın ilhakını tanımıyoruz” sözleri etti. Yorgunluktan diyorlar.
Y.K.: Ne yaptı da yoruldu? Uçakla gitmekle mi yoruldu? Ne yapacak Kırım meselesinde? Artık bir bilanço çizebiliyoruz. İslam iktidar oldu ve ordumuz bitti. İslam iktidar oldu, dolar arşa çıktı. Vergi alıp savaş yapacaklarmış. Kiminle harp edeceğiz? Suriye ile edemeyiz. Barzani ile edemeyiz. Kırım diyor, Rusya ile mi edecek? Amerika ile krizmiş; birlik yok, ordu yok, Amerika ile mi savaşacak, Amerika bizimle savaşır, biz onunla savaşamayız, böyle. Yunanistan’la mı, müsaade etmezler. İdlib mi? Rusya’nın savaşı o. Bahçeli şimdi Kerkük, Musul diyormuş, laf olsun diye diyor, Erdoğan’ı desteklemekten başka ne yapmış?
O.İ.: Akşener ve partisi için için ne düşünüyorsunuz? Ataol Behramoğlu’nun bir yazısı dolayısıyla son iki haftadır solda çokça tartışılıyor.
Y.K.: Madem sordunuz, açıkça söyleyeyim, biz faşige derdik. Tapındığı iki lider vardı. Biri Bahçeli, diğeri Tansu Çiller’di. Ben başarılı olmasını olumlu bulurum. Tayyip Bey’i muhalefete düşürürse, Kılıçdaroğlu’nu yerinden ederse başarılı olur.
O.İ.: Türkiye’de laik bir muhalefet yükselirse, Kılıçdaroğlu’nun koltuğu sallanır, bu doğru. CHP tabanı da çok uzun zamandır muhalefetsizlikten çok rahatsız. Ancak, Akşener’in laik bir muhalefet yapması sizce mümkün mü?
Y.K.: Bilemem. Ama başarılı olmak istiyorsa, Akşener’in iki işi vardır, bir, Akepe’nin siyasi tekelini ve gücünü kırmak ve iki, CHP’yi Kemal Kılıçdaroğlu’dan kurtarmak. Ama kurtulmak dediğimde, asıl olarak Bahçeli’den kurtulmayı kastediyorum ve CHP için de bunu öneriyorum. Bu bir yoldur ve tabii CHP’den sadece Kılıçdaroğlu’nu değil, bütün milletvekillerini, yöneticilerini atmayı da öneriyorum.
Akşener’e gelince, şu anda sadece iki tane de adamı var, biri Ümit Özdağ ve diğeri Yusuf Halaçoğlu; henüz başka bir adamı yoktur. Ümit Özdağ’ın babasını 60’lı yıllardan biliyorum, Muzaffer Özdağ’dır, yüzbaşı, Milli Birlik Komitesi’ndendir, MBK’de 14’ler ekibinde ve Türkeş’in yakınındaydı. Koray Aydın’ı yeterince tanımıyorum.
Akşener, bir süredir ağlamaktan başka bir şey yapmıyor. Efendim, bina vermiyorlarmış. Ağlama. Meral Akşener’in toplantılarında zengin ve parti kurmaya niyetli insanlar görüyorum. Bunlar sana bina yapar. Parti kuracağı söylendiğinden beri bir şey yaptığı yok. Biz faşige derdik, ağlamayı bırakıp biraz da faşistlik yapsın.
Muhalefet sanki yalnızca Tayyip Bey’e çalışıyor. Karabulut da bir yürüdü, Zeynep Gürcanlı, Mehmet Yılmaz büyük lider ilan etti. Biri Rahmi Turan’ın, diğeri Aydın Doğan’ın sözüdür; öyle görürüm. Zeynep Hanım, Mehmet Bey beni çağırsınlar da lider nasıl olunuyormuş bir anlatsınlar lütfen. Ben de anlatayım.
D.H.: Yalçın Hocam, iki nokta var demiştim. Araya bu kadar konu girince ikinciyi atladık, kapatırken sorabilir miyim? Barkey’den söz ediyordum. Barkey türünden Amerikancılar, uzun yıllar Kürt hareketini Barzani liderliğine verme hayalleri kurdular. Kuşkusuz, gerçekçi değildi. Barzani’nin, en büyük destekçisi Amerika’nın erken bulmasına rağmen, referandumda diretmesinde, Suriye Kürtleri’nin güçlenmesinin de etkili olduğunu düşünebilir miyiz? PYD açık Amerikan desteği ve silahı alıyor, Rusya’dan ciddi bir itirazla henüz karşılaşmadı. Amerika, eninde sonunda, uzun zamandır konuşulan Kürt koridoru’nu yavaş yavaş hayata geçirmeye karar vermiş görünüyor. Üç soru sorayım: Kürt koridoru planı hakkında ne dersiniz? Rusya’nın buna bakışı sizce nedir? Türkiye ve Suriye Kürtleri’nin Barzanistan’a bakışı sizce nasıldır?
Y.K.: Deniz Hocam, koridor diyebiliriz, Amerika Akdeniz’den İran’a uzanan bir Kürt hattına, zaman içinde, evet, artık karar vermiş görünüyor. Hep bir planıydı, yazıldı ve yazdık, ancak şimdi başka yolu yoktur. Irak’ta üç oluşum düşünebiliyoruz. Biri Barzani’dir; Barzani Devleti’nin ne zaman kurulacağını bilemeyiz. Çok aceleleri olmadığını çıkarabiliyoruz. Rusya mı, şu an büyük bir itirazları yoktur. Bölgede güçlüler ve Amerika, Rusya’ya Suriye’yi vermiştir.
D.H.: Amerika’nın vermesinden ziyade, Esad’ın direnişi ve Rusya’nın desteği ile alması var.
Y.K.: Öyledir. Amerika 1916’daki durumu kabul etmek zorunda kalmıştır. Rusya sıcak denizlerdedir. Koridor ya da hat, var ama, Lazkiye’de artık Rusya’nın üsleri vardır. Kürtlere düşman olmayacak ve tabii, Kürtlerin ne kadar ileri gideceğine bağlıdır. Suriye ve Türkiye Kürtlerine gelince, Barzani liderliğini asla kabul etmezler ve Irak’ın kuzeyinin sadece Barzani’ye bırakılması ile de sorunları olacağını düşünürüm. Eninde sonunda, ucunda savaşım görürüm. Zamanında Öcalan’ın Barzani’ye bakışını biliyoruz. Ve bundan ayrı olarak, geçen mülakatımızda söyledik mi, Barzani’nin kurmak istediği Orta Doğu’da ikinci İsrael Devleti’dir.
Not: Mülakatın hukuksal denetimini yapan Sedat Akçelik ile Serkan Günel’e teşekkür ederiz.